Dosya olarak kaydet: PDF - TIFF - WORD
Görüntüleme Ayarları:

TÜRKİYE CUMHURİYETİ

ANAYASA MAHKEMESİ

BİRİNCİ BÖLÜM

KARAR

BİRİNCİ BÖLÜM

KARAR

I.BAŞVURUNUN KONUSU

1.         Başvurucular, adlarına tescil edilmiş taşınmaza ilişkin tapu senetlerinin yapılan kadastro çalışmasında uygulanamayan tapu kayıtları listesine alınması nedeniyle açtıkları itiraz davasında kadastro mahkemesinin kararının Yargıtay tarafından düzeltilerek onanmasıyla taşınmazın kıyı olarak tescil edilmesi sonucu mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşler ve maddi tazminat talebinde bulunmuşlardır.

II.BAŞVURU SÜRECİ

2.         Başvuru, 15/11/2012 tarihinde Anayasa Mahkemesine doğrudan yapılmıştır. Dilekçe ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinde Komisyona sunulmasına engel bir eksikliğin bulunmadığı tespit edilmiştir.

3.         Birinci Bölüm İkinci Komisyonunca, 20/2/2013 tarihinde kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına, dosyanın Bölüme gönderilmesine karar verilmiştir.

4.         Birinci Bölümün 16/4/2013 tarihli ara kararı gereğince başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.

5.         Başvuru konusu olay ve olgular ile başvurunun bir örneği görüş için Adalet Bakanlığına gönderilmiş, Adalet Bakanlığı'nın 14/6/2013 tarihli görüş yazısı 25/6/2013 tarihinde başvurucu vekiline tebliğ edilmiş, başvurucu vekili Adalet Bakanlığı cevabına karşı beyanlarını yasal süresi içinde 8/7/2013 tarihinde ibraz etmiştir.

III.OLAY VE OLGULAR

A.Olaylar

6.         Başvuru dilekçesi ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir:

7.         Marmaris ilçesi Hisarönü köyünde bulunan daha önce bir kısmı orman vasfıyla devletleştirilen ve eski tarihli tapu belgelerine dayalı mülkiyet iddialarıyla çok sayıda davaya konu olmuş üç çiftlik arazisini kapsayan taşınmazın bir bölümü olan 179 ada 9 nolu parsel, Marmaris Mal Müdürlüğünün 31/8/1983 tarihli yazısına istinaden 15/9/1983 tarihinde Hazine adına tescil edilmiştir.

8.         Başvurucular, 8/1/1990 tarihinde, taşınmazın 1/160 ve 2/160 hisseleriyle ilgili olarak eski tarihli tapuya dayanarak malik olduğunu iddia eden satıcı üçüncü şahısla satış vaadi sözleşmesi imzalamışlardır. Bahse konu tapunun kök kaydı Hicri 1208 (Miladi 1794) yılında üç adet çiftlik üzerindeki orman, ekili arazi ve müştemilatı ile birlikte vakfedilerek kaydedilmesine dayanmaktadır.

9.         Başvurucular, satıcı üçüncü şahıs tarafından hisselerin verilmemesini gerekçe göstererek Marmaris Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açmışlardır. Mahkeme, 11/12/1995 tarihli duruşmada tarafların aralarında anlaşmaya vardığı, başvurucuların bir kısım taleplerinden feragat ettiği, davalıların ise başvurucuların kalan taleplerini kabul ettiğini imzalı beyanlarıyla sundukları gerekçesiyle ve aynı tarihte E.1993/9, K.1995/629 sayılı kararıyla taşınmazın 1/80'inin Kemal Yeler adına, aynı tarihli ve E.1993/234, K.1995/628 sayılı kararıyla taşınmazın 1/160'ının ise Ali Arslan Çelebi adına tesciline, başvurucuların feragat ettiği kısım içinse davanın reddine karar vermiştir. Tarafların temyizden feragat etmeleri nedeniyle dava aynı tarihte kesinleşmiştir. Başvurucular 12/12/1995 tarihinde bahse konu mahkeme kararına dayanarak anılan taşınmaza ilişkin olarak sınırları (pafta, ada ve parsel) belli olmayan müştemil çiftlik vasfıyla tapu senedi almışlardır.

10.     2008 yılında yapılan kadastro çalışmasında 26/6/2008 tarihli kadastro edinme tutanağıyla bahsedilen taşınmazın 179 ada 9 nolu parselinin 15/9/1983 tarihinde Hazine adına tescil kaydı olduğu anlaşıldığından Hazine adına tespiti yapılmış ve 24/11/2008 tarihli kadastro komisyon raporuyla başvurucuların taşınmaza ilişkin tapu kaydı uygulanma imkânı olmadığından mahalline uygulanamayan tapu kayıtları listesine alınmıştır.

11.     Başvurucular Muğla ve Marmaris kadastro müdürlüklerinden adlarına kayıtlı tapu senedinin taşınmazın kadastro sırasında dikkate alınmasını istemişler, ancak Muğla Valiliği Kadastro Müdürlüğünün 5/1/2009 tarihli cevabi yazısında bu tapu kaydının uygulanamayan tapu kayıtları listesine alındığı bildirilmiştir.

12.     Başvurucular 9/2/2009 tarihinde Marmaris Kadastro Mahkemesi (Mahkeme) nezdinde kadastro tespitine itiraz davası açmışlardır.

13.     Mahkeme öncelikle tapu sicil müdürlüğünden uyuşmazlık konusu taşınmaza ilişkin gerekli kroki, harita, tespit tutanakları, tapu kayıtlarını istemiş, birçok kuruma müzekkere yazarak taşınmazın kıyı-kenar çizgisi veya sit alanı içinde kalıp kalmadığını sormuş, jeolog, harita, orman, kadastro ve ziraat uzmanı bilirkişiler eşliğinde 10/3/2010 tarihinde taşınmazda keşif yapmış, taraflara bilirkişi raporlarına itiraz için süre vermiş ve itiraz üzerine bilirkişi raporlarının ikmali amacıyla tekrar keşif yapılmasına 28/6/2010 tarihli duruşmada karar vermiştir.

14.     Mahkemece 11/3/2011 tarihinde jeolog, harita, kadastro, ziraat uzmanı ve mahalli bilirkişiler eşliğinde yapılan keşif çalışmasında; taşınmazda daha önce başka davalar nedeniyle keşif yapıldığı, taşınmazın büyük kısmının havuzvari alanlardan oluştuğu, deniz etkisine açık olduğu, mevcut haliyle zirai amaçlı kullanımının mümkün olmadığı anlaşılmış, davalı Hazinenin tutunduğu tapu kaydının zemine aynen uyduğu tespit edilmiş, mahalli bilirkişiler, taşınmazın üçüncü kişi tarafından Hazineden kiralandığını ve havuz yapılarak balık yetiştirilmek amacıyla kullanıldığını, başvurucuların ve taşınmazı başvuruculara sattığı iddia edilen kişinin dayandığı belgede gösterilen kişinin taşınmazla ilgilerinin bulunmadığını ve kendilerini tanımadıklarını, bu kişilerin köyde taşınmazları bulunsa idi mutlaka duyulup görüleceğini belirtmişler ve ziraatçı bilirkişi taşınmazın tarım arazisi niteliğinde olmadığını ifade etmiştir.

15.     Mahkemeye sunulan 13/4/2011 tarihli Jeoloji bilirkişi raporunda dava konusu taşınmazın tamamının kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı tespit edilmiştir. Mahkemece taraflara bilirkişi raporuna karşı beyanlarını sunmak üzere süre verilmiştir.

16.     Mahkeme, yaptığı incelemede bahse konu kök tapu dayanak gösterilerek çok sayıda dava açıldığı ve bu davalarda yapılan keşif ve incelemelerde; tapuda gösterilen çiftliklerin toplam alanıyla haritalarda gösterilen toplam alan arasında çok farklılık bulunduğunu, aynı alanda orman içinde kalan yerlerin devletleştirilmesi işlemlerinin ve bu işlemlere karşı açılan davaların kesinleştiğini ve taşınmazın bir kısmının orman olarak kaydedildiğini tespit etmiştir.

17.     Marmaris Kadastro Mahkemesi, 30/5/2011 tarihli ve E.2009/857, K.2011/315 sayılı uzun açıklamalar içeren kararıyla ve özetle; başvurucuların dayandığı ve sabit sınırları bulunmayan tapu kaydındaki hudutların içinde kullanılmayan ve kullanılması mümkün olmayan deniz, dere, dağ, ırmak, orman, tepe, kayalık-taşlık ve 3-4 köy bulunduğu, bu nedenle çok sayıda parça halinde bulunduğu ve geçerli tapu kaydı addedilmesinin mümkün olmadığı; bahsedilen tapunun harita, plan ve kroki gibi belgelere dayanmayan sınırları belirsiz, değişebilir ve genişletilmeye elverişli olduğu, başvurucuların dayandığı tapunun arazinin geometrik şekline uymadığı gibi, miktarı itibarıyla da araziye uyum sağlamadığı ve hukuki sonuç doğurmasının mümkün olmadığı; tapu sicilinin kendisinden beklenen işlevi ancak, taşınmazın sınırlarının, yüzölçümünün ve diğer niteliklerinin güvenilir biçimde sicilde gösterilmiş olması şartıyla yerine getirebileceği, bunun ise kadastro ile mümkün olduğu, medeni hukukumuzun kaynağı olan İsviçre hukuku ile eski hukukumuzda tapu kavramının farklı olduğu, eski hukuka dayanan tapu kaydının zilyetlik olmadığı sürece hukuki sonuç doğurmayacağı; Rumi 26 Temmuz 1291 tarihli nizamname gereği vakıflarla ilgili her türlü işlemin tapu idaresince ve tapu sicil memurluğu önünde yapılması gerektiği halde Rumi 1290 (Miladi 1884) yılında bahse konu taşınmazı da kapsayan paylaşım başvurusunun bundan 26 yıl sonra Rumi 1326 (Miladi 1910) yılında liva meclisi önünde yapıldığı ve bu nedenle devir silsilesinde sorun bulunması nedeniyle kök tapu kaydının hukuki kıymetini kaybettiği; başvurucuların taşınmaz üzerinde zilyetliği ispatlayamadığı, davaya konu taşınmazı başvurucuya satan kişilerin taşınmaz üzerinde zilyetliğinin bulunmadığı; taşınmaz üzerinde başvurucuların taşınmazı satın aldığını iddia ettiği tarihten sekiz yıl önce 31/8/1983 tarihinde Hazine adına tespit ve tescil yapıldığı ve bu kaydın hukuken geçerli olduğu gerekçeleriyle davayı reddetmiş ve taşınmazın Hazine adına tesciline karar vermiştir.

18.     Başvurucular temyiz başvurusunda bulunmuş ve Yargıtay 18. Hukuk Dairesi 28/2/2012 tarihli ve E.2011/15704, K.2012/2847 sayılı kararıyla yerel mahkeme kararında isabetsizlik bulunmadığı, ancak uyuşmazlık konusu taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı ve kıyılar özel mülkiyete konu olamayacağından "kadastro tespit tutanağının iptaliyle taşınmazın kıyı olarak kadastro dışı bırakılmasına" cümlesiyle düzeltilerek onanmasına karar vermiştir.

19.     Başvurucuların karar düzeltme talebi Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 8/10/2012 tarihli ve E.2012/8906, K.2012/11313 sayılı kararıyla reddedilmiş ve karar bu tarihte kesinleşmiştir.

B.İlgili Hukuk

20.     21/6/1987 tarih ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun "Kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre" kenar başlıklı 12. maddesinin ilgili kısımları şöyledir:

"30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitler kesinleşir.

Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir.

.

Kadastrosu tamamlanan çalışma alanı içerisinde kalan eski tapu kayıtları, işleme tabi kayıt niteliğini kaybederler. Bu kayıtlara dayanılarak kadastro ve tapu sicil müdürlüklerinde işlem yapılamaz.

Kesinleşmemiş tutanaklar herhangi bir nedenle tapuya tescil edilmişse, iddia ve taşınmazın niteliğine bakılmaksızın, taşınmazı tescil tarihinden itibaren 20 yıl müddetle malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduranlar ile bunların akdi ve kanuni halefleri açılmış ve açılacak olan davalarda medeni kanunun tapuya itimat prensibinden yararlanırlar."

21.     3402 sayılı Kanunun "Kamu Malları" kenar başlıklı 16. maddesinin (C) fıkrası şöyledir:

"Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kayalar, tepeler, dağlar (bunlardan çıkan kaynaklar) gibi, tarıma elverişli olmayan sahipsiz yerler ile deniz, göl, nehir gibi genel sular tescil ve sınırlandırmaya tabi değildir, istisnalar saklıdır."

22.     3402 sayılı Kanunun "Kayıt ve belgelerin kapsamını tayin" kenar başlıklı 20. maddesinin ilgili kısımları şöyledir

"Tapu kayıtları ile diğer belgelerin kapsadığı yeri tayinde;

A) Kayıt ve belgeler, harita, plan ve krokiye dayanmakta ve bunların yerlerine uygulanması mümkün bulunmakta ise, harita, plan ve krokideki sınırlara itibar olunur.

B) Harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve belgelerde belirtilen sınırlar mahalline uygulanabiliyor ve bu sınırlar içinde kalan yer hak sahibi tarafından kullanılıyor ise, kayıt ve belgelerde gösterilen sınırlar esas alınarak tespit yapılır.

C) Harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve belgelerde belirtilen sınırlar, değişebilir ve genişletilmeye elverişli nitelikte ise, bunlarda gösterilen miktara itibar olunur. Ancak değişebilir ve genişletilmeye elverişli sınırlardaki taşınmaz malların kayıtları, fizik yapıları ve konumları itibariyle belli bir yeri kapsıyorsa, tespit o sınır esas alınarak yapılır.

."

23.     22/11/2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun "Sahipsiz yerler ve yararı kamuya ait mallar" kenar başlıklı 415. maddesi şöyledir

"Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait mallar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.

Aksi ispatlanmadıkça, yararı kamuya ait sular ile kayalar, tepeler, dağlar, buzullar gibi tarıma elverişli olmayan yerler ve bunlardan çıkan kaynaklar, kimsenin mülkiyetinde değildir ve hiçbir şekilde özel mülkiyete konu olamaz.

Sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait malların kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılması özel kanun hükümlerine tâbidir."

IV.İNCELEME VE GEREKÇE

24.     Mahkemenin 15/4/2014 tarihinde yapmış olduğu toplantıda, Başvurucuların 15/11/2012 tarih ve 2012/636 numaralı bireysel başvurusu incelenip gereği düşünüldü:

A. Başvurucuların İddiaları

25.     Başvurucular, satış vaadi sözleşmesine dayanarak asliye hukuk mahkemesi kararıyla adlarına tescil ettirdikleri taşınmaza ilişkin tapu senetlerinin yapılan kadastro çalışmasında uygulanamayan tapu kayıtları listesine alındığını, açtıkları itiraz davasının kadastro mahkemesince reddedildiğini ve Yargıtay'ın düzelterek onama kararıyla taşınmazın kıyı olarak tescil edildiğini belirterek, yargılama sürecinde adlarına tescilli tapu kaydının dikkate alınmadığını ve maliki oldukları taşınmazın kıyı olarak tesciliyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşler ve taşınmazın bedeli olarak 9.956.250,00 TL'nin kendilerine ödenmesini talep etmişlerdir.

B. Değerlendirme

1.Kabul Edilebilirlik Yönünden

26.     Başvurucular, satış vaadi sözleşmesine ve satıcının eski tarihli tapu kaydına dayanarak asliye hukuk mahkemesi kararıyla adlarına tescil ettirdikleri taşınmaza ilişkin tapu senetlerinin yapılan kadastro çalışması ve mahkeme kararıyla geçersiz sayılması nedeniyle mülkiyet haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir.

27.     Adalet Bakanlığı görüş yazısında; mülkiyet hakkının mevcut varlıkları koruduğu ve mülkiyet hakkının varlığının tespitinin mahkemelere bırakıldığı, somut davada başvurucuların dayandığı tapu kaydının talep ettikleri taşınmazı kapsadığının mahkeme önünde ispat edilemediği, dolayısıyla başvurucuların dava konusu taşınmaz üzerinde mülkiyet haklarının değil mülkiyet beklentilerinin olduğu, taşınmazın daha önce Hazine adına kaydedildiği, davaya bakan mahkemenin adalet ve hakkaniyete uygun karar verdiği ve kararda keyfilik bulunmadığı, bu nedenle başvurunun konu bakımından yetki açısından incelenmesi gerektiği, ayrıca kıyı-kenar çizgisinde yer aldığı gerekçesiyle tapusu iptal edilenlerin Türk Medeni Kanunu'nun 1007. maddesi gereği tazminat davası açmaları gerekirken başvurucuların bu davayı açmadan Anayasa Mahkemesine başvurmaları nedeniyle iç hukuk yollarını tüketmedikleri, kıyıların Anayasa gereği mülkiyete konu olamayacağı dile getirilmiştir.

28.     Başvurucular Adalet Bakanlığı görüş yazısına karşı beyanlarında; ellerinde mahkeme kararıyla aldıkları tapu bulunduğunu, bu nedenle mülkiyet beklentisi değil, mülkiyet haklarının bulunduğunu, Yargıtay'ın başka davalarda taşınmazı satan kişinin dayandığı kök tapu kaydını geçerli tapu kaydı olarak kabul ettiğini, taşınmazın 1939-1972 hava fotoğraflarından anlaşıldığı kadarıyla önceden tarla olduğu, daha sonra Hazinenin kiraladığı kişi tarafından balık çiftliği haline getirildiği, dava sürecinde ellerindeki tapunun geçerli olup olmadığı üzerinde durulmadığı, sonuç olarak tapuları olduğu halde mülklerini kaybettiklerini ve hiçbir tazminat almadıklarını ifade etmişlerdir.

29.     Başvurucular yaptıkları başvuruda öncelikle mülkiyet haklarının belirlenmesini ve yeniden yargılamaya karar verilerek tapularının geçerliliği ile kıyı-kenar çizgisi içinde kalıp kalmadığının tekrar incelenmesini istemekte; bunun mümkün olmaması halinde ise tazminat talebinde bulunmaktadırlar. Bu durumda öncelikle başvurucuların başvuruya konu davada Anayasa ve Sözleşmenin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı kapsamında mülkiyet haklarının bulunup bulunmadığının tartışılması gerekmektedir.

30.     Anayasa'nın "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:

"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.

Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.

Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."

31.     Anayasa'nın "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması" kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:

"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

32.     Anayasa'nın "Kıyılardan yararlanma" kenar başlıklı 43. maddesi şöyledir:

"Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.

Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.

Kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkan ve şartları kanunla düzenlenir."

33.     Sözleşme'ye Ek (1) No.lu Protokol'ün "Mülkiyetin korunması" kenar başlıklı 1. maddesi şöyledir:

"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.

Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."

34.     Anayasa'nın 35. maddesinde herkesin, mülkiyet hakkına sahip olduğu, bu hakkın ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği, mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ve 6216 sayılı Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası hükümlerine göre, Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddia edilen hakkın Anayasa'da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Türkiye'nin taraf olduğu ek protokollerinin kapsamına da girmesi gerekir (B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 18).

35.     Anayasa'nın 35. maddesinde yer verilen mülkiyet kavramı, kapsam itibarıyla 4721 sayılı Kanun'da yer alan mülkiyet kavramı ile sınırlı olmamakla birlikte, taşınmaz mülkiyetinin Anayasa'nın 35. maddesindeki güvence kapsamına girdiğinde kuşku yoktur. Anayasa'nın 35. maddesi kapsamındaki hakkının ihlal edildiğini ileri süren başvurucu, böyle bir hakkın varlığını kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle, öncelikle başvurucunun, Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (B. No: 2013/539, 16/5/2013, §§ 30, 31).

36.     Anayasa ve AİHS'nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı, mevcut mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir. Bir kişinin hâlihazırda sahibi olmadığı bir mülkün, bu mülkte gelecekteki değer artışını da içerecek şekilde mülkiyetini kazanma hakkı, kişinin bu konudaki menfaati ne kadar güçlü olursa olsun Anayasa ve Sözleşme'yle korunan mülkiyet kavramı içerisinde değildir. Gelecekte elde edileceği iddia edilen bir kazanç, kazanılmadığı veya bu kazanca yönelik icrası mümkün bir iddia mevcut olmadığı sürece mülk olarak değerlendirilemez (Benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Denimark Ltd/Birleşik Krallık, B. No: 37660/97, 26/9/2000; Kopecky/Slovakya, B. No: 44912/98, 28/9/2004, § 35)

37.     Yukarıdaki hususun istisnası olarak belli durumlarda, bir "ekonomik değer" veya icrası mümkün bir "alacak" iddiasını elde etmeye yönelik "meşru bir beklenti", Anayasa'nın ve Sözleşme'nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilir. Meşru beklenti, makul bir şekilde ortaya konmuş icra edilebilir bir iddianın doğurduğu, ulusal mevzuatta belirli bir kanun hükmüne veya başarılı olma şansının yüksek olduğunu gösteren yerleşik ve istikrarlı bir yargı içtihadına dayanan, yeterli somutluğa sahip nitelikteki bir beklentidir. Temelsiz bir hak kazanma beklentisi veya sadece ulusal hukukta mülkiyet hakkı kapsamında savunulabilir bir iddianın varlığı meşru beklentinin kabulü için yeterli değildir. (Bu konudaki AİHM kararları için bkz. Kopecky/Slovakya, B. No: 44912/98, 28/9/2004, § 52; Saghinadze/Gürcistan, B. No: 18768/05, § 103, 27/5/2010; SA Dangeville/Fransa, B. No: 36677/97, 16/4/2002, §§ 44-45).

38.     Üzerinde maliki konusunda uyuşmazlık bulunan bir taşınmaza ait mülkiyet hakkının varlığını tespit mahkemelere bırakılmıştır. Buna göre, kıyılar dâhil taşınmaz mallarda mülkiyet hukukuna yönelik, hakkın özünü ilgilendiren uyuşmazlıkların çözümü adli yargının görev alanı içerisinde kalmaktadır (Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kurulu, E.1996/5, K.1997/3, K.T. 28/11/1997). Bir taşınmaz üzerinde hak iddia eden kişinin söz konusu hakkın varlığını mahkeme önünde ispat etmesi gerekir.

39.     Ülkemizde Osmanlı Devleti döneminde toprak mülkiyeti sistemi bugünkü durumdan oldukça farklı olup, toprakların büyük kısmı tımar denilen ve bugünkü kullanım hakkından oldukça fazla hak içeren, ancak taşınmazın kuru mülkiyetini kullanıcıya vermeyen mülkiyet uygulaması yaygın olarak bulunmaktaydı. Cumhuriyet döneminde 17/2/1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenîsi'nin kabulüyle bahsedilen türden mülkiyeti gösterir tapu belgeleri mülkiyet olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte kadastro uygulaması geç yapılmaya başlandığından ve uzun bir süre aldığından kadastronun geçmediği alanlarda kişilerin sahip olduğu tapu belgeleri, genellikle harita, plan ve krokiye dayanmayan ve sabit sınırları göstermeyen belgelerdir.

40.     3402 sayılı Kanunla taşınmaz mülkiyetinde yaşanan uyuşmazlıkları çözmek için Kanun'un 20. maddesinin A fıkrasında kadastro uygulaması yapılırken tapu kayıtları ile diğer belgelerin kapsadığı yeri tayinde; kayıt ve belgeler, harita, plan ve krokiye dayanmakta ve bunların yerlerine uygulanması mümkün ise, harita, plan ve krokideki sınırlara itibar olunacağı, ancak harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve belgelerde belirtilen sınırlar mahalline uygulanabiliyor ve bu sınırlar içinde kalan yer hak sahibi tarafından kullanılıyor ise, kayıt ve belgelerde gösterilen sınırlar esas alınarak tespit yapılacağı hükmü getirilmiştir. Aynı maddenin C fıkrasında ise; harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve belgelerde belirtilen sınırlar, değişebilir ve genişletilmeye elverişli nitelikte ise, bunlarda gösterilen miktara itibar olunacağı, ancak değişebilir ve genişletilmeye elverişli sınırlardaki taşınmaz malların kayıtları, fizik yapıları ve konumları itibarıyla belli bir yeri kapsıyorsa, tespitin o sınır esas alınarak yapılacağı hükmü yer almaktadır.

41.     Anayasa'nın 43. maddesine göre, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kıyılar, özel mülkiyete konu olamazlar. Doğasına uygun olarak, genellik, eşitlik ve serbestlik ilkeleri gereği herkesin ortak kullanımına açık bulunmalıdırlar ve bunlardan yararlanma, ancak kıyının herkese açık olması ile mümkün olabilir. Kıyıların ortak kullanımını düzenlemek, yararlanmaya ilişkin karar ve önlemleri almak kamuya ait bir yetkinin kullanılmasıyla olanaklıdır. Nitekim Medeni Kanun'un 715. maddesine göre kıyılar, sahipsiz mal olarak kabul edilen yerlerdendir ve devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Diğer bir anlatımla, sahipsiz mallar, doğal nitelikleri gereği özel mülkiyete elverişli olmayan kamu mallarıdır (AYM, E.1990/23, K.1991/29, K.T. 18/9/1991).

42.     Kıyılar, herhangi bir tahsis işlemine gerek olmaksızın doğrudan doğruya herkesin serbestçe yararlanmasına sunulmuş sahipsiz kamu mallarıdır. Bunun sonucu olarak; kıyının zamanaşımı yoluyla kazanılması, tapu sicili hükümlerine bağlı tutulması, haczedilmesi mümkün değildir (Yargıtay İçtihatları Birleştirme Genel Kurulu, E.1997/5, K.1997/3, 28/11/1997).

43.     Yargıtay kararlarında sahipsiz kamu mallarına dair düzenlemenin, tapu siciline tescil edilemeyecek yerleri belirleme amacına yönelik bir düzenleme olarak kabul edilmesi gerektiği, bu yerlerin Medeni Kanun'un taşınmaz mülkiyeti ile ilgili hükümlerinin uygulanmasına konu olamayacağı, menfaati umuma ait yerlerden kişilerin eşit olarak yararlanmalarının asıl olduğu ve bu yararlanma hakkının kamu hukukundan doğan hak olduğu, sübjektif bir hak olmadığı, mahiyetleri gereği tescile tabi olmayan bir yol tapu siciline tescil edilmiş olursa bile bu işlemin o yerin hukuki niteliğinde hiç bir değişiklik meydana getirmeyeceği, başka bir anlatımla özel hukuk kurallarına tabi bir yer mahiyetini kazanmayacağı ve tescilin yok hükmünde olduğu belirtilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E.1988/1-825, K.1988/964).

44.     Başvuruya konu somut davada başvurucular, eski bir tapuya dayanarak 1990 yılında satış vaadi sözleşmesi yapmışlar, daha sonra satıcının ifayı yerine getirmediği iddiasıyla 1995 yılında dava açmışlardır. Başvuruculara ait tapu kaydı, davalılar ile anlaşmaya vardıklarından kısmen feragat ve kısmen kabul ile mahkemece keşif ve bilirkişi incelemesi yapmaksızın verilen taşınmazın 1/80 ve 1/160 hissesinin başvurucular adına tescili kararının temyizden feragatle aynı gün kesinleşmesi sonucu alınmıştır. Bu davada çekişmeli bir yargılamadaki gibi tarafların sav ve iddialarının tartışıldığı,  taşınmazın hukuki durumunun tapu kayıtları, keşif ve bilirkişi marifetiyle incelendiği bir yargılama süreci olmamıştır. Mahkeme satış vaadi sözleşmesini incelemiş ve tarafların anlaşarak kısmen feragat ve kısmen kabulüyle de sözleşmeye dayanarak taşınmazın başvurucular adına tesciline karar vermiştir. Mahkeme bunun dışında üçüncü kişilerin veya kamunun taşınmaz üzerindeki hakları konusunda bir inceleme yapmamıştır.

45.     Tarafların yaptığı anlaşmayla kısmen feragat ve kısmen kabulle kesinleşen davada Mahkemenin 1995 yılında verdiği kararla başvurucular satıcının dayandığı eski tapuyu kapsayan alanın 1/80 ve 1/160 hissesi oranında sahipliği gösterir sınırları belirli olmayan bir tapu senedi almışlardır. Kabul edilen davaya konu tapu kaydının somut olarak hangi arazi parçasını kapsadığı belirlenmemiştir. Taşınmazı kapsayan bölgede 2009 yılında yapılan kadastro uygulamasında başvurucuların dayandığı tapu belgesi kaydı uygulanamayan kayıtlar listesine alınmıştır.

46.     Başvurucuların bu duruma itirazla açtıkları davanın konusu ise ada, parsel ve sınırları itibarıyla belirli bir taşınmazın mülkiyetinin kendilerine ait olduğu iddiasıdır. Başvurucular delil olarak sınırları belirsiz olan tapu kaydını göstermektedirler. Mahkemece yapılan keşif ve bilirkişi incelemeleriyle tanık dinlenmesi sonucunda sınırları belirsiz tapu kaydının dava konusu taşınmaz bakımından uygulanabilirliği olmadığından başvurucuların talepleri reddedilmiştir. Dolayısıyla başvurucular tapu kaydının dava konusu taşınmaza ait olduğunu, yani mülkiyet haklarının bulunduğunu ispat edememişlerdir.

47.     İlke olarak derece mahkemeleri önünde dava konusu yapılmış maddi olay ve olguların kanıtlanması, delillerin değerlendirilmesi, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanması ile derece mahkemelerince uyuşmazlıkla ilgili varılan sonucun esas yönünden adil olup olmaması bireysel başvuru incelemesine konu olamaz. Bunun tek istisnası, derece mahkemelerinin tespit ve sonuçlarının adaleti ve sağduyuyu hiçe sayan tarzda bariz takdir hatası veya açık keyfilik içermesi ve bu durumun kendiliğinden bireysel başvuru kapsamındaki hak ve özgürlükleri ihlal etmiş olmasıdır. Bu çerçevede, kanun yolu şikâyeti niteliğindeki başvurular açıkça keyfilik bulunmadıkça Anayasa Mahkemesince incelenemez (B. No: 2012/1027, 12/2/2013, § 26).

48.     Söz konusu davada, davaya katılma hakkına riayet edilmiş ve başvuruculara yargılama süreci boyunca haklarını savunmak ve görüşlerini sunmak için imkân tanınmıştır. Başvurucuların bu konudaki iddiaları mahkeme tarafından esastan dinlenmiş ve incelenmiştir. Başvurucular bilirkişi raporuna karşı itirazda bulunmuş; bunun üzerine kadastro mahkemesi dava konusu taşınmazda yeniden keşif kararı alarak taşınmazın kıyı-kenar durumu hakkında ikinci bilirkişi raporu almıştır. Bu durumda somut veriler göz önünde bulundurulduğunda Mahkemenin, başvurucuların itirazlarını usulüne uygun bir şekilde değerlendirerek tapu kaydının uyuşmazlık konusu taşınmaza uygulanabilir olup olmadığını ve taşınmazın kıyı-kenar çizgisi içinde kalıp kalmadığını belirlerken adil yargılama ilkelerine ve hakkaniyete aykırı hareket ettiğini gösteren bir bulguya rastlanmamıştır.

49.     Başvurucular, kendilerinin hissesine düşen taşınmaz kısmının 179 ada 9 parsel numaralı taşınmaz olmadığına dair bir iddia ileri sürmemektedirler. Dolayısıyla davanın konusunun 179 ada 9 parsel numaralı taşınmaz olduğu hususunda bir tartışma bulunmamaktadır.

50.     Mahkeme, başvuruculara ait kadastro öncesi ve sınırları belirli olmayan tapu kaydının ne miktar, ne sınırlarının ve ne de geometrik şeklinin araziye uymadığı, bahsedilen kayıtta tarım arazisi olarak gösterildiği halde, içinde deniz, dere, dağ, ırmak, orman, tepe, kayalık-taşlık ve 3-4 köy gibi tarım yapılması imkânı bulunmayan alanların bulunduğu, arazinin parçalı olduğu, taşınmazın 1983 yılında Hazine adına tescil edildiği, kök tapunun devir silsilesinde sorun bulunması nedeniyle hukuki kıymetini kaybettiği ve satıcı kişilerin arazi üzerinde zilyetliklerinin bulunmadığı; bunun aksine Hazinenin dayandığı tapu kaydının 179 ada 9 parsel numaralı taşınmaza tam olarak uyduğu ve zilyetliğinin bulunduğu gerekçelerine dayanarak başvurucuların talebinin reddine karar vermiştir.

51.     Mülkiyet hakkının varlığının tespiti yerel mahkemelere bırakılmış olup; kanunlara göre hakkın kesin bir nitelik taşıdığını ve söz konusu haktan yararlanma yetkisine sahip olunduğunu ortaya koyma yükü başvurucular üzerindedir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz., AİHM, Agneessens/Belçika, B. No: 12164/86, 12/10/1998; Dağalaş ve Diğerleri/Türkiye, B. No: 51326/99, 29/9/2005; Sarıaslan ve Diğerleri/Türkiye, B. No:32554/96, 23/3/1999). Başvurucular, ellerindeki kaydın araziye uyumunu ispat edemedikleri gibi satıcının taşınmaz üzerindeki zilyetliğini de ispat edememişlerken davalı Hazine ise her iki iddiasını da ispat etmiştir. Ayrıca 179 ada 9 parsel numaralı taşınmaz üzerinde başvurucuların taşınmazı satın almak maksadıyla satış vaadi sözleşmesi yaptıklarını iddia ettikleri 1990 yılından önce taşınmazın 1987 yılında Hazine adına tescil edildiğinin ve dava konusu taşınmazın kıyı-kenar çizgisi içinde kaldığının tespiti karşısında başvurucuların taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkına sahip olmalarının beklenemeyeceği açıktır.

52.     Başvurucular, satış vaadi sözleşmesine dayanarak kısmen feragat ve kısmen kabul ile mahkemece keşif ve bilirkişi incelemesi yapmaksızın ve feragatle aynı gün kesinleşen bir mahkeme kararıyla elde ettikleri sınırları belli olmayan belgeye dayalı olarak daha önce Hazine adına tescil edilmiş bir taşınmaz parçasında mülkiyet iddiasında bulunmuşlar, kadastro çalışması sonrasında taşınmazın sınırları netleştirilerek başvurucuların dayandığı belge uygulanamayan kayıtlar arasına alınmıştır. Başvurucuların aynı iddiayla açtıkları somut davada Mahkemece yapılan inceleme sonucunda yeterli gerekçe gösterilerek ve bahsedilen belgenin taşınmaza uygulanması mümkün olmadığından ve satıcının zilyetliği bulunmadığından hukuki kıymetini kaybettiği kabul edilerek başvurucuların talepleri reddedilmiş ve taşınmaz kıyı-kenar çizgisi içinde kaldığından, Hazinenin dayandığı tapu kaydı taşınmaza tam olarak uyduğundan ve Hazinenin zilyetliği bulunduğundan taşınmazın Hazine adına tesciline karar verilmiştir. Bu durumda başvurucuların mahkeme önünde mülkiyet iddialarını ispat edemedikleri sonucuna ulaşılmıştır.

53.     Nitekim Türkiye aleyhine yapılan bir başvuruda, satış vaadi sözleşmesine istinaden satın aldığı ve adına kaydettirdiği taşınmazı kadastro yargılaması sonucu Hazine adına orman vasfıyla tescil edilen başvurucunun şikayetini inceleyen AİHM, taşınmazın daha önce orman vasfıyla Hazine adına tescil edildiğini, başvurucunun taşınmazı satın alırken taşınmazın 2/B olarak nitelendirilen arazilerden olduğunu bilebilecek durumda olduğunu belirterek başvuruyu mülkiyet hakkı yönünden kabul edilemez bulmuştur (AİHM, Özden/Türkiye, B. No:11841/02, § 28, 3/5/2007 ).

54.     Kaldı ki somut başvuruya konu taşınmazın kıyı-kenar çizgisi içinde kaldığı mahkemenin kararıyla sabit olduğundan sahipsiz kamu malı sayılan ve kıyı-kenar çizgisi içerisinde kalan taşınmazın üzerinde anayasal ve yasal sisteme aykırı olarak özel mülkiyet tesis edilmesi de mümkün değildir.

55.     Bu durumda başvurucuların taşınmaz üzerindeki mülkiyetlerini gösterir bir mahkeme kararı olmadığı gibi, kıyı-kenar çizgisi içinde kalan ve kamu malı sayılan taşınmazın özel mülkiyete konu olmasının da mümkün olmadığı anlaşılmaktadır (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz., Kadir Gündüz/Türkiye, B. No: 50253/99, 18/10/2007).

56.     Sonuç olarak, başvuru konusu olayda mülkiyet hakkına konu olabilecek bir "ekonomik değeri" veya en azından bu şekildeki bir değeri elde etme yönünde "meşru beklentisi" bulunmayan başvurucuların Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkı kapsamına giren korunmaya değer bir menfaati bulunmadığı anlaşılmıştır.

57.     Açıklanan nedenlerle, başvurunun "konu bakımından yetkisizlik" nedeni ile kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir.

V.HÜKÜM

A- Açıklanan nedenlerle, başvurunun "konu bakımından yetkisizlik" nedeni ile KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA,

B- Başvurucular tarafından yapılan yargılama giderlerinin başvurucuların üzerine bırakılmasına,

15/4/2014 tarihinde OY BİRLİĞİYLE karar verildi.

Tabloyu göster
Tabloyu göster