Dosya olarak kaydet: PDF - TIFF - WORD
Görüntüleme Ayarları:

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda, ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün davacı avukatınca duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin süresinde olduğu saptanarak dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü:

Davacı, davalının vekalet görevini kötüye kullanması nedeniyle tazminat ile mahkum olduğunu tazminatın 28.10.1988 temerrüt tarihinden tahsiline kadar verildiğini, ancak hükmedilen tazminatın zamanında ödenmemesi nedeniyle uğradığı zararın faizle karşılanamadığını, ticari hayatın içinde olan kişi olarak bir takım sıkıntılarla karşılaştığını, başka yerlerden kredi almak zorunda kaldığını, ilave masraflar yaptığını, parayı alıp işinde değerlendirme imkanından mahrum kaldığını, vadeli mevduat hesabına, tahvile yatırma imkanını veya döviz alma olanağını kaçırdığını, ileri sürerek fazla hakkını saklı tutarak şimdilik 500.000.000 liranın tazminini istemiştir.

Davalı taraf, davanın reddini savunmuş, mahkemece dava ispat edilemediğinden bahisle reddedilmiştir.

Karar, davacı tarafından temyiz edilmiştir.

Uyuşmazlığın çözümü için "munzam zarar" kavramı üzerinde durmak gerekir.

Gerçekten, borçlunun temerrüdü sonucu para borcunun vadesinde ödenmemesi alacaklının zararına olacağı açıktır. Yasa koyucu, bu şekilde oluşan zararın kural olarak temerrüt faiziyle karşılanacağını varsaymıştır. Ne var ki, alacaklının bu yüzden uğradığı zararın her zaman temerrüt faiziyle karşılanamayacağı düşünülerek Borçlar Kanununun 105. maddesinin birinci fıkrası ile "alacaklının duçar olduğu zarar, geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur ispat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir" hükmü getirilmiştir. Bu hükme göre alacaklı faizi aşan zararını isteme hakkına sahiptir.

Yasada, geçmiş günler faizini aşan zararın türü ve niteliği konusunda bir açıklık yoksada, buradaki zararın hukukumuzdaki müsbet zarar tanımlamasıyla eşdeğer olduğu kuşkusuzdur. Hal böyle olunca bu zararın, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsa idi, alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda oluşan durum arasındaki fark; temerrüt faizi ile karşılanamayan zarar olarak tanımlanabilir. Böyle bir zarar, her somut olayın özelliğinden kaynaklanabilir.

Munzam zarar alacaklısı, öncelikle temerrüde uğrayan asıl alacağın varlığını, bu alacağının geç ifa edilmesinden dolayı faizle karşılanamayan zatarını ve miktarını zarar ile borçlu temerrüdü arasındaki uygun illiyet bağını ispat etmek durumundadır. Borçlu ancak temerrüdündeki kusursuzluğunu kanıtlamakla sorumluluktan kurtulabilir.

Munzam zarar temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar geçecek zaman içinde artarak devam eden yeni bir borçtur. Asıl borcun kaynağı haksız fiil nedensiz zenginleşme veya sözleşme olduğu halde bu borcun hukuki sebebi asıl alacağın temerrüde uğraması gibi hukuka aykırılıktır. O nedenle, asıl alacak ve temerrüt faizleri yönünden icra takibi yapması ve dava açılması sırasında onlarla birlikte istenilmemiş olması veya bu zarar hakkının saklı tutulmamış olması davanın görülmesine engel değildir. Zaman aşımı süresi içinde her zaman bu yöne ilşikin dava açılabilir.

Her ne kadar MK.nun 6. maddesi hükmüne göre davacı iddiasını ispat etmekle yükümlü ise de; bu kural mutlak değildir. İstisnaların başında karine gelir. Var olan bir durumdan bilinmeyen bir durumun çıkarılması halinde karine var denir. Olayımızda yasal bir karine yoktur. Buna karşılık yaşanan hayatın gerçekleri ve olaylarından çıkan eylemli bir karinenin varlığı tartışmasızdır. Ticari hayatın içinde olan davacının eline geçecek parayı işinde değerlendirmesi veya en azından vadeli banka hesabına veya benzer gelir getiren kurumlara yatırarak en iyi şekilde yararlanması beklenebilecek bir davranış olup, bu davranış toplumumuzun içinde bulunduğu ekonomiksosyal yaşantısına da uygun düşer. Bu tür getiri oranlarının temerrüt faizinden fazla olduğu hususu da bilenen bir vakıadır. HUMK.nun 238. maddesi gereğince maruf ve meşhur olan hususlar munazaalı sayılmaz. Bu nedenle davacının temerrüt faizinden fazla bir zararı olduğu ortadadır. Davalı , bir karinenin aksini ispat etmek durumundadır.

Olayımızda davacı, gerek satılan dairenin bugünkü değerinin, gerekse para zamanında alınsa idi bankaya yatırmış ve döviz almış olsa idi getireceği faiz gelirlerinin ve müteahhit olduğu için bu parayı alamamaktan dolayı uğradığı icra takipleri ve aldığı krediler nedeniyle büyük zararları bulunduğunu ileri sürerek fazla hakkını saklı tutmak suretiyle 500.000.000 TL. istemiştir. Kesinleşen ilam ile davalı 28.10.1988 tarihinde temerrüde düşmüş, bu tarihten itibaren yasal faiz ile alacağın tahsiline karar verilmiştir. Davacı temerrüt tarihi itibariyle geçen zaman zarfında enflasyonunda etkisi ile para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması ile oluşan zararın ödetilmesini istediği anlaşılmaktadır. Dava konusu zarar ilk temerrüt tarihinden başlayacak asıl borcun ödendiği zamana kadar her gün artarak devam eden zarar olması nedeni ile davacı bu süre içinde gerçekleşen zararı talep edebilir.

Ülkemizde yıllardır yüksek oranda seyreden enflasyonun yıllık ortalamasının % 80-90, hatta bazı yıllar daha fazla olduğu bilinen bir gerçektir. Böyle bir ortamda, alacağını zamanında elde eden ticari hayatın içinde bulunan alacaklının bunu bir an önce mal veya hizmet yatırımlarına yöneltmesi veya en azından banka mevduat faizine veya devlet tahviline yatırması veya dövize dönüştürmesi yaşanan hayat gerçeklerine uygun bir davranış olur. Enflasyonun yıllar itibariyle yüksek oranlarda devam ettiği müddetçe buna bağlı olarak para değerinin düşmesi, alım gücünün azalması nedeniyle alacağını geç alan alacaklının zarar gördüğü % 30 temerrüt faizinin bu zararı karşılamaya yetmeyeceği tartışmasız bir gerçektir. Bu hal zararın varlığı için fiili karine oluşturur. Bu nedenle enflasyon nedeniyle paranın alım gücünün azalması ile ortaya çıkan zarar istemlerinin BK.nun 105. maddesi kapsamında yorumlanması kaçınılmazdır. Hal böyle olunca fiili karine karşısında davacının ayrıca zararını ispat etmesi gerekmez.

Bu vakıa sabit sayılır ve davalı ise bu karinenin aksini ve kusursuzluğunu da kanıtlayamamıştır.

Yukarıda açıklamalar ışığında mahkemece yapılacak iş, davalının temerrüde düştüğü 28.10.1988 tarihinden bu davanın açıldığı tarihe kadar geçen zaman zarfında, her yıl itibariyle gerçekleşen yıllık enflasyon artış oranı, mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranlarını, TL. karşısında döviz kurlarını gösteren listeyi ilgili resmi kurumlardan araştırmak konusunda uzman bilirkişi düşüncesinden de yararlanmak suretiyle davacı alacaklının maruz kaldığı asgari zarar miktarını BK.nun 42/II. maddesi hükmü de dikkate alınmak suretiyle tesbit etmek, bulunan zarar miktarından davacının icrada tahsil ettiği temerrüt faizini mahsup ederek bakiyesine davacının munzam zararı olarak hükmetmekten ibarettir.

Mahkemece belirtilen şekilde inceleme ve araştırma yapılmadan davanın reddi usule ve yasaya aykırıdır. Kararın bu nedenle bozulması gerekir.

S o n u ç : Yukarıda açıklanan nedenle temyiz olunan kararın davacı yararına (BOZULMASINA), peşin harcın istek halinde iadesine, 13.2.1997 gününde oybirliğiyle karar verildi.