Dosya olarak kaydet: PDF - TIFF - WORD
Görüntüleme Ayarları:

Taraflar arasındaki "manevi tazminat" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; ilk derece mahkemesi sıfatıyla; Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesince davanın kabulüne dair verilen 10.4.2001 gün ve 2000/12086 Esas 2001/3580 sayılı kararın temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenmiştir.

Hukuk Genel Kurulunca Yargıtay Kanunu 15/3 maddesi gereğince incelenerek kararın süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan sonra ve kararın verildiği tarih itibariyle HUMK. nun 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, HUMK.nun 573 ve izleyen maddeleri uyarınca hakim aleyhine açılan manevi tazminat isteğine ilişkindir.

Davacı vekili; müvekkili tarafından aleyhine açılan manevi tazminat davasının Ankara Asliye Hukuk Mahkemesinde açılıp, yargılamasını baştan sona kadar davalı hakimin yürüttüğünü, yargılama sonunda verilen kararın gerekçesinde, davalı hakimin müvekkiline ağır saldırıda bulunan kişilerin beyanlarını aynen tekrarlayarak bunların doğru olduğunu, bu beyanlara aynen katıldığını, açık bir dille söyleyerek bu kişilerin müvekkiline yönelttikleri ağır saldırılara bu nedenle iştirak ettiğini, davalı yargıcın son celsede vermiş olduğu kararda da söz konusu gerekçeleri aynen tutanağa bütün kamu huzurunda beyan ederek yazdırdığını, davalı hakimin bu kararı ile davalılara sahip çıktığı, onları kayırıp, arka çıktığı gibi müvekkiline karşı da garez ve düşmanlık duygusu ile hareket ederek kanuna ve adalete aykırı bir karar verdiğini, nitekim bu haksız kararın Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesinin 19.9.2000 gün ve 2000/5160-7641 sayılı kararıyla bozulduğunu, bir hakimin kararına ve takdir hakkına saygılarının sonsuz olduğunu ancak hakimin verdiği kararında bir taraf gibi hareket edemeyeceğini, bir tarafı kayıramayacağını ve onların sarf ettikleri hakaretamiz beyanların haklı olduğunu ve bu beyanlara aynen katıldığını söyleyerek diğer tarafa garez vs. duygularla hareket edemeyeceğini ve bunu da karar gerekçesine yazamayacağını, davalı hakimin yargılamasını yaptığı bu davada kanuna muhalefet ettiği gibi davacıya da ağır saldırıda bulunarak onun kişilik haklarını zedelediğini, söz konusu gerekçeli kararın davalılar tarafından bir çok mahkemeye örnek olarak sunularak müvekkilinin yargı organları tarafından dışlandığı ve suçlu bulunduğu şaibesini yaymaya çalıştıklarını, davalının böylece HUMK.nun 573/1 maddesinde düzenlenen davranışta bulunduğunu, 2.000.000.000 TL manevi tazminatın 1.2.2000 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan alınmasına karar verilmesini istemiştir.

Davalı Hakim vekili; davacının iddialarını kabul etmediklerini, aksine müvekkili davalının kişilik haklarına davacı tarafça saldırıda bulunulduğunu, davalının davaya dayanak alınan dava dosyasında taraf olmadığını, önüne gelen ihtilafla ilgili olarak yasalarca öngörülen şekilde gerekli inceleme ve araştırma yapıp delilleri topladıktan sonra ulaştığı kanaate göre hüküm kurmakla görevli bir yargıç olduğunu, verilen kararın da Yüksek Yargıtay'ın denetiminde olduğunu, yargıçların verdikleri kararlardan dolayı kural olarak sorumlu olmadıklarını, somut olayda da HUMK. 573. maddesindeki unsurların bulunmadığını, davacının "Davalılara sahip çıkmak, onlara arka çıkmak, davacıya karşı da garez ve düşmanlık duyguları taşıyarak hüküm kurmakla" suçladığı müvekkiline ağır ithamlarda bulunduğunu, bu ithamlarını ispat etmesi gerektiğini, dava dosyasının incelenmesinden müvekkilinin bu şekilde davranışını ispata yönelik delil bulunmadığını, davalının davacıya karşı iddia edilen duyguları taşımasını gerektiren en ufak bir tartışma, sürtüşme ve çatışmanın dahi söz konusu olmadığını, davaya dayanak alınan kararın gerekçe bölümünün 3. ve son bendinde müvekkilinin görmekte olunan davada ulaştığı kanaati belirtildiğini, tamamen haksız ve mesnetsiz olarak açılan davanın reddini savunmuş, devamla da asılsız itham ve isnatlarda bulunan davacı tarafın HUMK.nun 576/2. maddesi gereğince para cezasına çarptırılmasına, müvekkili davalıya aynı Kanunun 576/2. maddesi gereğince dava tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte 2.000.000.000 TL tazminat ödenmesine karar verilmesini istemiştir.

İlk derece mahkemesi sıfatıyla Dördüncü Hukuk Dairesi;

"... Eldeki davanın açılmasındaki neden ve dayanak, davacının daha önce zamanın Adalet Bakanı olan ve başka bir kişi aleyhine açtığı tazminat davası üzerine, davaya bakan bu davanın davalısı olan yargıcın, o davada hüküm kurarken karar yerinde ve gerekçesindeki nedenlerdir. O dava, davalının yargıcı olduğu Ankara Asliye Hukuk Mahkemesinde görülmüştür. O davada davacı, davalı bakanın ve üçüncü kişinin kendisi hakkında, "Yargıyı yaralıyan, yargıya olan güveni sarsan, maksatlı hareket eden, yargı içinde talihsiz bir kimse olan, psikolojik rahatsızlıkları bulunan biri olduğu"nun ileri sürüldüğünü bu yüzden kişilik haklarının saldırıya uğradığını belirterek manevi tazminat isteminde bulunmuştur. Yargıç sıfatiyle yargılamayı yapan eldeki davanın davalısı iddiayı reddetmiş ve kararın red gerekçesinde iddiayı özetlemiş ve davalının davacı için bu tür nitelemelerde bulunmada "Haklı olduğu" "gerçeği ortaya koyduğu" gibi saptamalarda bulunmuştur. Görüldüğü üzere davalının iddia edilen hukuka aykırı eyleminin yargıçlık görevini yaparken, yargısal görevi nedeniyle vermiş olduğu karardaki değerlendirmelere dayanmaktadır. Bundan dolayı da davanın, HUMK.nun 573 ve devamı maddelerinde yer alan ve "Hakimlerin Hukuki Sorumluluğu" başlığını taşıyan hükümler çerçevesinde incelenmesi ve karara bağlanmasının uygun olduğu sonucuna varılmıştır.

Anayasanın 141. maddesinde, yargı kararlarının gerekçeli olarak yazılacağı belirtildikten başka, aynı zorunluluk HUMK.nun 388. maddesinde de düzenleme altına alınmıştır. Hatta bu yasal düzenlemede yargıcın, uyuşmazlık konusu olan olay hakkında tüm kanıtları toplaması, tartışması, bu kanıtlardan hangilerine değer vermediğinin nedeni, hangilerini üstün tuttuğunun dayanaklarını değerlendirdikten sonra bir sonuca varmasının zorunlu ve gerekli olduğunu vurgulamıştır. İşte, böyle bir yöntemin izlenmesi durumunda ancak kararın gerekçeli olduğunun kabul edilebileceği sonucuna varılabilir. Hükmü kuran yargıcın böyle bir yöntemi izlemesi halinde maddi olgularla hüküm fıkrası arasında bir bağlantı kurmuş olabilecektir. Ayrıca gerekçe sayesinde kararın doğruluğu denetlenmiş ve davanın yanları tatmin ve inandırılmış olacaktır. Tüm bunlardan başka ve en önemlisi adil bir yargılamanın yapıldığı, yargıcında yansız olduğu sonucu da sağlanmış olur. İşte yargıç, böyle bir yolu izleme gerekliliği ve zorunluluğu ile karşı karşıya bulunduğu halde, buna uymadan hüküm kurması halinde, o hüküm ve yargı hakkında olumsuz düşüncelerin oluşmasına neden olacağı gibi, adil bir yargılamanın yapılmadığı kanısı da yerleşmiş olabilir.

Somut olayda, davacının açtığı bir davanın yargılamasını yapan ve hüküm kuran davalı yargıç, o davadaki davalıların davacı için iddia edilen sözleri söylediği yanların kabulündedir. Davalı yargıç, karar yerinde bu sözleri aynen yazmış ve söylendiğini de kabul ettikten sonra, söylenenlerin gerçekliği konusunda hiçbir kanıt ve emareye dayanmadan, bu sözleri "haklı olarak söylemiştir" ve devamla da "bir gerçeği ortaya koymuştur" gibi, yargılamanın üslup ve usulüne uygun olmayan değerlendirmeler yapmıştır. Bu konuda, hiçbir kanıt bulunmadığına göre varılan bu sonuç ve yapılan bu nitelendirme, yargıcın duygularını, hukuk kurallarının önüne çıkardığı, kararında vardığı sonuç doğru da olsa yansızlığı konusunda kuşku uyandıracak içerikte tesbitlerde bulunduğu sonucuna varılmalıdır. Halbuki yargıç, kişisel düşüncelerine, kendine özgü değer hükümlerine dayanarak hüküm kuramaz. Yargıç hükmü kurarken, eylemle ve bu eyleme uygulanacak normlarla bağlıdır. Yargıç, iddiayı savunmayı ve yanların dayandığı kanıtları birlikte değerlendirip, tartışdıktan sonra konuyu gerekçelendirip uygun bir sonuca varmalıdır. Yoksa, somut olayda olduğu gibi, adeta davacı için söylenen sözlerin yerinde ve doğru olduğu biçimde varılan ve ifade edilen sonuç, bir yargılama kararı ile davacının kişilik değerlerine saldırı oluşturduğu gibi bu saldırının yargı kararı ile meydana gelmesi de, bizatihi yargılamanın ilke ve kurallarına aykırılık oluşturur.

Böyle bir kararın varlığı, hiçbir kanıt olmadığı halde, o kişinin söylenen sözlerdeki tanıma uygun olduğu sonucunu doğurur ki, bu ağır ve yersiz bir suçlama olur. Açıklanan tüm bu nedenlerle, davalının, davacıya karşı, yargılama görev ve yetkisi dışına çıkmak, böylece yargılamanın yöntem ve üslubuna aykırı davranmak, davacıya karşı yansız kalmamak suretiyle, yargılama görevine aykırı davrandığı sonucuna varılmak suretiyle davanın kabulü gerektiği sonucuna varılmıştır.

İstenen tazminat miktarının aynen kabulüne gelince, davacı, yargı görevi yapan bir kişidir. Davalı da aynı sıfatı taşımaktadır. Ne var ki, hiçbir neden ve gerek yokken, davacı hakkında üçüncü kişilerin söylediği sözlerin doğru olduğunu, bir yargı kararında belirtmek suretiyle ağır bir kusur oluşturacak bir davranışta bulunmuştur. Yanlı ve yanlış davranmıştır. Bu bakımdan BK.nun 49. maddesi ile aynı Yasanın 44. maddesi ile MK.nun 24 ve 24/a maddeleri birlikte gözönünde tutulduğunda, talep edilen tazminat miktarının aynen kabul edilmesinin uygun olduğu sonucuna varılmıştır." Gerekçesiyle;

Davalının yargılama görevini sürdürürken Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 573 ve devamı maddelerinde öngörülen usule aykırı davrandığı, bu nedenle davacının kişilik değerlerinin saldırıya uğradığı sabit görüldüğünden davanın kabulüyle 2.000.000.000 lira manevi tazminatın 1.2.2000 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine, ... Davacı vekili için Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca takdir olunan 200.000.000 lira vekalet ücretinin davalıdan alınmasına, karar vermiştir.

Davalı hakim vekili daire kararını temyiz etmiştir.

Öncelikle; hakimlere karşı açılan tazminat davasının haksız fiilden dolayı tazminat davasına çok benzediğini, bu nedenle hakime karşı tazminat davası açılabilmesi için tazminat talebinde bulunan davacının hakimin hukuka aykırı kararından dolayı zarar görmüş olması ve bu zarar ile hakimin kararı arasında uygun illiyet bağı bulunması gerektiğini, belirtmekte yarar vardır.

Şu durumda; bu davalarda davacı, hakimin HUMK.nun 573. maddesinde sayılan cinsten bir fiilinden zarar görmüş olan kimse, davalı ise Kanuna aykırı karar verdiği iddia edilen hakimdir.

İlkin belirtmek gerekir ki; bireyin yansız bir yargı önünde yargılanma hakkı, bir insanlık hakkıdır. Hakim ön yargılı (öznel-subjektif yansızlık) olamayacağı gibi yargıladığı kişilere ve topluma yansız olduğu görünümünü vermekle de (nesnel-objektif yansızlık) yükümlüdür. Bu nedenle "adaletin yerine getirilmesi yeterli olmayıp aynı zamanda yansız biçimde yerine getirildiğinin yargılanan yanlarca görülmesi ve inanılması gerekir." Hakim, yargılamanın her evresinde, yansız görünümünü koruma konusunda yüksek özen göstermek zorundadır.

Bir başka söyleyişle; hakim önüne gelen olayda, herkese ve bu arada kendisine karşı da uzak durmalı ve kişiler üstü, yansız olmalıdır. Kısacası kişisellikten arınmalıdır. Herkesin yasa önündeki eşitliğini sağlayan yansızlık; yasanın herkes için eşit olmasını sağlayan kişisellikten arınmışlık ilkeleri gereğince yargıcın yazılı hukuku iyi/kötü ayrımı yapmadan nesnel bir mantıkla uygulaması zorunludur. Yargılama ve yargı kararları kişisel görüş, inanç ve duyguların aracı olamaz. İkinci olarak; hakimler yasallık ilkesi gereğince Anayasaya, yasaya, hukuka uygun düşen kanılarına göre hüküm kurarlar (Anayasa madde. 138). Hakim Yasanın üstünde değil içindedir (Dr. Sami Selçuk -22.3.1996 gün ve 1993/5-1996/1 sayılı YİBK karşı oy yazısından).

Diğer taraftan, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 388. maddesi gereğince "karar" "gerekçe" bölümünü de kapsar. Yani diğer bir deyimle gerekçe bölümünde yer alan hususlar karar kavramı içinde yer almaktadır. Hakim yargı kararını inanç ve duygularının aracı olarak kullanamaz ve uygulamakla yükümlü olduğu yasal normlar dışına da çıkamaz. Yargılama sonucunda ulaştıkları kanıların da kişisel değil hukuksal olması hakimin kişisellikten arınmış olma ve hukuka uygun davranma yükümlülüğünün doğal bir sonucudur.

Bu bağlamda, kararların gerekçeli olması ilkesinin; yargı bağımsızlığının amacı ve bedeli olan yansızlığı kanıtlama olanağı veren ve hakim onurunu koruyan bir araç olduğu bilinmelidir.

O nedenle verdiği karar ne denli doğru (adaletli) olursa olsun; kararın gerekçesinde yansızlığını tartışılır duruma getiren hakim, öncelikle yargıladığı kişinin insanlık, kişilik hakkı olan adil (Doğru ve güvenli) yargılama hakkını çiğnemiş duruma düşebilir. Kuşkusuz hakim, yasal olduğu kadar ahlaki yükümlülük de olan gerekçelendirme olgusunu gerçekleştirirken yansızlıkla birlikte ve aynı değerde olan kişinin onur ve saygınlığını da korumada yüksek özen göstermelidir. Tersi durumda kişinin hem yansız bir yargı önünde yargılanma hem de onur ve saygınlık değerlerinin hukuka aykırı biçimde çiğnenmesi gündeme gelebilir ki bu her iki manevi değerin, kişilik hakkının koruması altında bulunduğunun da yasa buyruğu (Medeni Kanunun 24. ve Borçlar Kanunu 49. maddeleri) olduğu unutulmamalıdır.

Bu ana ilkeler karşısında somut olay gözönüne alındığında;

1- Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, ilk derece mahkemesi sıfatıyla Dördüncü Hukuk Dairesi kararında ve yukarıda açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde ve vekalet ücretinin de yasal sınırlar nazara alınarak takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan tüm temyiz itirazlarının reddi gerekir.

2- Davacı lehine hükmedilen tazminat miktarına gelince;

Hemen belirtmelidir ki, kişilik hakları hukuka aykırı olarak saldırıya uğrayan kimse manevi tazminata hükmedilmesini isteyebilir. Manevi tazminat bozulan manevi dengenin yerine gelmesi için Kanunun öngördüğü bir telafi şeklidir. Bir yönüyle de insanlardaki kırgınlık ve kızgınlığı, hatta intikam duygusunu tatmin etmek aracıdır. Amacı, olaydan duyulan acı, ızdırap, elem ve kızgınlığı kısmen olsun dindirmek olayı unutturarak tekrar normal hayata dönüşü sağlamaktır. Hükmedilecek para zarara uğrayanda manevi huzur doğurmayı gerçekleştirecek tazminata benzer bir fonksiyonu olan özgün bir nitelik taşır ve bir ceza olmadığı gibi mamelek hukukuna ilişkin bir zararın giderilmesini de amaç edinmemiştir (YİBK. 22.6.1966 -7/7). Sayılan bu ana özellikleri nedeniyle de manevi tazminatın bir taraf için zenginleşme diğer taraf için de fakirleşme aracı olarak görülmemesi gerekir. Manevi tazminatın miktarının belirlenmesinde saldırı teşkil eden eylem ve olayın özelliği yanında tarafların kusur durumu, sıfatı, işgal ettiği makam, diğer sosyal ve ekonomik durumlarının dikkate alınması, bunun yanında da olaya göre değişebilecek hal ve şartların bulunacağının gözetilmesi, sonuçta takdir hakkının tüm bu unsurlar nazara alınarak kullanılması gereği de unutulmamalıdır. Kanunun takdir hakkı verdiği hususlarda hak ve nisfetle hüküm verileceği de Medeni Kanunun 4. maddesinin amir hükmüdür.

Bu bağlamda; somut olayda taraflar temel anayasal organlardan biri olan yargıya mensup, Hakim ve Savcı olarak görev yapan kişilerdir. Tarafların bu sıfatları, mali ve içtimai durumları, eylemin niteliği nazara alındığında manevi tazminatın miktarının az yukarıda açıklanan ilkeler gözönüne alınarak takdiri gerekmektedir.

Yeri gelmişken, davacının isteği tazminattan BK.nun 49. maddesi ile MK.nun 24 ve 24/a maddeleri birlikte gözönünde tutulduğunda, aynı Yasanın 44/1. maddesi hükmü uyarınca indirim yapılmasını gerektirir bir yönün dosya kapsamında tespit edilmediğini vurgulamakta da yarar vardır.

Ne var ki, eylemde bulunan hakimin haksızlığının kabul edilmiş olmasının mağdur savcıyı zaten huzura kavuşturduğu, böylece kişinin kısmen tatmin edilmiş olduğu gözönüne alındığında, zarar görenin bir meslektaşının eylemi nedeniyle sarsılan mesleki itibarının herhalde para ile ve tüm olarak onarılacağını düşünmenin de bir bakıma onun kişiliğine ve yargı görevine saygısızlık anlamını taşıyacağı da unutulmamalıdır. Tazminatın miktarının davacının kişilik değerini artırmayacağı gibi azaltmayacağı da ortadadır. Burada menfaatler arasındaki ince dengenin yakalanması, manevi tazminatın amacına uygun değerlendirilmesi, hak ve nesafet kurallarına uygun olması ve daha da önemlisi toplumsal anlamda ve anayasa karşısında hassas ve apayrı öneme sahip aynı meslek mensupları arasında biri yararına zenginleşme, diğeri zararına da fakirleşme ölçüsüne varacak bir takdirden de kaçınılması gerekir.

Bu bağlamda, yüksek mahkemece davacının istediği tazminatın tamamına hükmedilmesi yukarıda açıklanan gerekçelerle yerinde görülmemiş, tazminat miktarı fazla bulunmuştur. Somut olayın ve manevi tazminatın açıklanan özellikleri nazara alınarak manevi tazminat miktarının davalıyı müzayakaya düşürmeyecek ve davacıyı da tatmin edecek miktarda olmak üzere yeniden belirlenmesi için kararın bu noktadan bozulması gerekmiştir.

Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının; 1. bentte açıklanan nedenlerle REDDİNE, oybirliği ile 2. bentte sayılan nedenlerle de KISMEN KABULÜ ile kararın manevi tazminat miktarının takdirine yönelik bölümünün yukarıda açıklanan nedenlerle HUMK.nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), oyçokluğu ile, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 24.10.2001 gününde karar verildi.