Dosya olarak kaydet: PDF - TIFF - WORD
Görüntüleme Ayarları:

MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

SAYISI : 2017/660 E., 2018/203 K.

KARAR : Davanın kısmen kabulüne

ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 07.02.2017 tarihli ve

2015/22090 Esas, 2017/678 Karar sayılı BOZMA kararı

1. Taraflar arasındaki tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Bakırköy 25. İş Mahkemesince verilen davanın kısmen kabulüne ilişkin karar davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi

4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin davalı işyerinde 01.10.2002 tarihinde çalışmaya başladığını, 29.09.2004 tarihinde iş kazası geçirdiğini ve ayağından yaralandığını, ayağının hâlen düzelmediğini, işverenin kusurlu olduğunu ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 1.000,00 TL maddi ve 200.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 11.05.2015 tarihli ıslah dilekçesi ile maddi tazminat talebini 116.722,00 TL’ye yükseltmiştir.

Davalı Cevabı

5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; kazanın meydana gelmesinde müvekkili şirketin kusurunun bulunmadığını, meydana gelen olaydan sonra davacının ısrarlara rağmen hastaneye gitmekten imtina ettiğini, bir hafta geçtikten sonra ağrı hissettiğini belirtmesi üzerine müvekkili şirket yetkilileri tarafından hastaneye sevk edildiğini, muhtemelen yapılan müdahale neticesinde ayak kemiğinde iltihaplanma olduğunu ve ameliyatlara rağmen iltihabın kurutulamadığını, kazaya davacının dikkatsiz ve kusurlu davranışının neden olduğunu, davacının varsa malûliyeti ile iş kazası arasında uygun illiyet bağı bulunmadığını, davacıya yapılan tüm tedavi masraflarının karşılandığını, manevi tazminat talebinin de haksız ve fahiş olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemenin Kararı

6. Bakırköy 25. İş Mahkemesinin 10.11.2015 tarihli ve 2013/16 Esas, 2015/364 Karar sayılı kararı ile; meydana gelen iş kazası neticesinde Kurum müfettiş raporunda, dosya kapsamında düzenlenen bilirkişi kusur raporlarında ve hükme esas alınan 21.12.2014 tarihli heyet raporunda işverenin % 90, işçinin % 10 oranında kusurlu olduğunun belirlendiği, Kurum tarafından malûliyet oranının % 18 olarak tespit edildiği, bu karara itiraz edilmesi üzerine Yüksek Sağlık Kurulundan alınan raporda da malûliyetin aynı oranda olduğunun bildirilmesi nedeniyle itirazlar doğrultusunda Adli Tıp Kurumundan alınan raporda malûliyetin % 17,2 olduğunun tespit edildiği, bağlanan gelirin peşin sermaye değeri ve yapılan ödemelere ilişkin kayıtlar da gözetilerek düzenlenen 30.04.2015 tarihli hesap raporunda davacının maddi zararının 116.722,94 TL olarak hesaplandığı, yapılan hesaplama doğrultusunda dava ıslah edilmiş olmakla davalı taraf maddi tazminat alacığının ıslah tarihi itibariyle zamanaşımına uğradığını ileri sürmüş ise de zamanaşımının kesinleşmiş malûliyetinin başlangıcından itibaren hesaplanması gerektiği, olayın oluş şekli, malûliyete yönelik kesinleşme süreci, buna göre genel zamanaşımına yönelik düzenleme gözetildiğinde zararın öğrenilmesinin zararın mahiyeti ve esaslı şartların öğrenilmesi olarak algılanması gerekeceği, zamanaşımı zararın genişliğini tayin edecek husus gelişmekte ise bu gelişme sona ermedikçe başlamayacağından zararı öğrenmenin zararın kesin olarak belirlendiği tarih olduğu ve kesin malûliyetin belirlendiği tarihten itibaren başlaması gerektiğinden somut olayda zamanaşımının söz konusu olmadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 116.722,00 TL maddi, 30.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı

7. Bakırköy 25. İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

8. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 07.02.2017 tarihli ve 2015/22090 Esas, 2017/678 Karar sayılı kararı ile; “…1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillere, kanuni gerektirici nedenlere göre ; davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki diğer temyiz itirazlarının reddine,

2-Dava, davacının 29.09.2004 tarihinde gerçekleşen iş kazasına dayanan %17,2 oranındaki maluliyeti nedeniyle maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.

Mahkemece, yapılan yargılama sonucunda 116.722 TL maddi tazminatın ve 30.000 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya ödenmesine, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiştir.

Dosya kapsamındaki kayıt ve belgelerden; davacının 29.09.2004 tarihinde gerçekleşen iş kazası nedeniyle % 17,2 oranında malul olduğu, iş kazası nedeniyle davacının % 10 oranında müterafik kusurunun bulunduğunun tespit edildiği, davacı vekilinin 16.01.208 tarihli dava dilekçesi ile, 1.000 TL maddi tazminat ile 200.000 TL manevi tazminat talep ettiği, 30.04.2015 tarihli hesap raporu doğrultusunda davacının maddi tazminat istemini 11.05.2015 tarihli dilekçesiyle 116.722,00 TL’ye arttırdığı, talep artırım dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren davalı vekilinin süresinde zamanaşımı def'inde bulunduğu anlaşılmaktadır.

Uyuşmazlık bu tür davalarda T.B.K' nın 146.maddesi (B.K.’nun 125.md) gereğince uygulanmakta olan 10 yıllık zamanaşımı süresinin hangi tarihte başlatılması gerektiği noktasında toplanmaktadır.

Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması demektir. Vücut bütünlüğünün ihlalinden doğan zarar, ancak bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşur. Bedensel zararın gelişim gösterdiği durumlarda zamanaşımına başlangıç olarak hastalık seyrinin yani gelişimin tamamlandığı tarihin esas alınması gerekir. Davaya konu olayda davacının iş kazası neticesinde gerçekleşen maluliyetinde değişen durum olmadığı açıktır.

Somut olayda maddi tazminatın 16.01.2008 tarihli dava dilekçesinde fazlaya ilişkin talep hakları saklı tutularak kısmi dava olarak talep edildiği ortadadır. Bu duruma göre zamanaşımı süresi dava dilekçesi ile talep edilen maddi tazminat yönünden dava tarihi itibariyle kesilerek, bakiye alacak miktarı yönünden işlemeye devam edecektir.

Hal böyle olunca, davacı vekilince sunulan 11.05.2015 tarihli ıslah dilekçesi niteliğindeki talep artırım dilekçesine karşı davalı vekilince süresi içinde sunulan zamanaşımı def'inin değerlendirilerek, maddi tazminat istemine ilişkin dava dilekçesinde talep edilen miktarla sınırlı olarak bir karar verilmesi gerekirken; ıslah edilen kısmı da kapsayacak şekilde maddi tazminat isteminin kabulüne karar verilmesi doğru olmamıştır.

Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular dikkate alınmadan hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.

O halde davalının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul olunmalı ve hüküm bozulmalıdır…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.

Direnme Kararı

9. Bakırköy 25. İş Mahkemesinin 15.03.2018 tarihli ve 2017/660 Esas, 2018/203 Karar sayılı kararı ile; davanın açıldığı tarihte davacının sürekli iş göremezlik oranının sabit ve net olmadığı, gördüğü tedavi ve geçirdiği ameliyatlar sonrası iş göremezlik oranının değişkenlik gösterdiği, malûliyetinin 10.03.2011 tarihli raporda % 18; Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 25.04.2014 tarihli raporunda ise değişkenliğe uğrayarak % 17,2 olarak belirlendiği, bedensel zararın gelişim gösterdiği durumlarda zamanaşımına başlangıç olarak hastalık seyrinin yani gelişimin tamamlandığı tarihin esas alınması gerektiği, somut olayda davacının bedensel zararında artış olmasa da değişkenlik olduğunun sabit olduğu, davacıdan belirsiz olan bedensel zararına ilişkin hemen dava açmasını beklemenin hak arama hürriyetiyle bağdaşmayacağı ve kısa sürede bedensel zararın kesinleşmemesinin sonuçlarını davacıya yüklemenin hakkaniyete aykırı olduğu, bedensel zarara ilişkin doğru tespit yapılması davacının hakkı, Kurumun ise yasal ve zorunlu görevi olup buna rağmen malûliyet oranının geç kesinleşmesi sonucu ıslahın zorunlu olarak bundan sonra yapılması nedeniyle zamanaşımı süresinin dolduğundan bahisle tazminat hakkının bertaraf edilmesinin olayda kusurlu olduğu sabit olan davalının tazmin sorumluluğundan kurtulması hukuk ve adalet ilkesi ile de bağdaşmayacağı, bedensel zararın gelişim göstermesi cümlesinden sırf zararın artış göstermesi durumunun anlaşılamayacağı davacının bedensel zararında düşüş şeklinde değişim olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi

10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

11. Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda 29.09.2004 tarihinde meydana gelen iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının bedensel zararının değişim ve gelişim gösterip göstermediği ve zararı hangi tarihte öğrendiğinin kabulü gerektiği; buradan varılacak sonuca göre 11.05.2015 tarihli ıslah dilekçesiyle talep ettiği maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

12. Öncelikle uyuşmazlıkla ilgili kurum ve yasal düzenlemeler üzerinde durulmalıdır.

13. Hizmet akdi, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı Kanun) 313/1 inci maddesinde “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken, 4857 sayılı İş Kanunu’nda (4857 sayılı Kanun) daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi “bağımlılık” unsuruna da yer verilmiş olup 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 393/1 inci maddesinde ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.

14. Bu hâliyle denilebilir ki, hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği, iki taraflı bir sözleşmedir.

15. Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri işyerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için iş yerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.

16. İş kazasının gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesinde; "İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.

İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur." düzenlemesine yer verilmiş, 4857 sayılı Kanun’un "İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri" kenar başlıklı 77 nci maddesinin birinci fıkrasında da benzer bir düzenlemeye yer verilmiştir. Buna göre, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.

17. Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar kanun koyucu tarafından 30.06.2012 yürürlük tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu (6331 sayılı Kanun) ile doldurulmaya çalışılmıştır. 6331 sayılı Kanun'un 37 nci maddesiyle 4857 sayılı Kanun'un 77 ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.

18. Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun'un maddesinde bu doğrultuda hükümlere yer verilmiştir. Bu madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.

İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.

İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.

19. Mülga Borçlar Kanunu’nun 332 nci maddesinin karşılığı olarak çağdaş bir yaklaşımla düzenlenen 6098 sayılı Kanun’un 417 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan hüküm ile 4857 sayılı Kanun'un mülga 77/1 inci maddesiyle bütünlük sağlandığı gibi üçüncü fıkrasındaki düzenlemesi ile de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukuki niteliği konusunda tartışmalar sona erdirilmiş, sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüme ve vücut bütünlüğünün zedelenmesine veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür. İşverenin gözetme borcu iş sözleşmesinden kaynaklandığından işçi, iş kazasından doğan vücut bütünlüğünün zedelenmesi nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine (6098 sayılı Kanun 112 ve 417) dayanabilecektir. Öte yandan işverenin bu davranışı, kişi varlıklarını doğrudan korumayı amaçlayan (iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin) emredici kuralların kusurlu bir davranışla ihlali niteliğinde olup aynı zamanda haksız fiil oluşturur. Bu nedenle işçilerin iş kazasından kaynaklanan tazminat taleplerinde sözleşmeden doğan ile haksız fiilden doğan dava hakları yarışır. İşçinin ölümü veya vücut bütünlüğünün zedelenmesi hâli sözleşmeye aykırılık doğuracak olmakla birlikte bu durum aynı zamanda bir haksız fiilin unsurunu da oluşturur (Oğuzman, K.: İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Zararlardan İşverenin Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 34, S. 1-4, 1968, s. 339). İşçi zararının tazmini için sözleşmeye aykırılık veya haksız fiil hükümlerine dayanmakta serbesttir.

20. Sonuç itibariyle denilebilir ki, iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması mümkündür.

21. Öte yandan özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmekte olup sonucu alacak hakkına son verme değil onu eksik borç hâline getirme olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanaşımına ilişkin düzenlemelerin temelinde iddia edilen alacağın aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması karşısında borçlunun oldukça uzak geçmişte kalan bir borçtan doğabilecek ihtilaflara karşı korunması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılması yatmaktadır.

22. İş kazalarında işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Kanun’un 146-161 inci (818 sayılı Kanun’un 125-140) maddelerinde düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.

23. Nitekim 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesine göre “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesinde benzer bir düzenleme ile, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır. Kanun koyucu hem 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesi hem de 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımı süresine yönelik ayrı bir düzenleme bulunmadığından 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı (818 sayılı Kanun md.125) maddesine göre on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.

24. Türk Borçlar Kanunu’nun 149 uncu maddesi (818 sayılı Kanun md.128 ) uyarınca ise zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Muacceliyet, bir borç ilişkisinde alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir.

25. Gelinen bu noktada iş kazasından kaynaklanan tazminat talepleri yönünden zamanaşımının hangi tarih itibariyle başlayacağının belirlenmesi gerekmekte olup bu hususun tespitinde, zarar ve zararın öğrenilme tarihinin önemi açıktır.

26. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açılmasına ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hâl ve şartların öğrenilmiş olması demektir. Zararın öğrenilmesi, zarar verici olayın değil zararın varlığı, niteliği, unsurları ve kapsamının kesin olarak bilinmesi demektir. Zarar verici eylemin sonuçları ve zarar tam olarak ortaya çıkmadıkça zarar görenin zararı öğrendiğinden söz edilemez. HGK'nın 05.06.2002 tarihli ve 2002/4-470 Esas, 2002/477 Karar sayılı kararı da aynı yöndedir.

27. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.

28. Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.

29. Buna karşılık ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık "gelişen durum" ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır (HGK'nın 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 Esas, 2002/874 Karar sayılı kararı).

30. Somut olayda; 29.09.2004 tarihinde geçirdiği iş kazası neticesinde ayağından yararlanan davacının 04.10.2004-19.11.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve anılan tarihler arasında geçici iş göremezlik ödemesi yapıldığı, 1.000,00 TL maddi ve 200.000,00 TL manevi tazminat istemi ile 16.01.2008 tarihinde eldeki davanın açılması sonrası Sosyal Güvenlik Kurumunun 10.05.2010 tarihli raporu ile olayın iş kazası olduğu neticesine varıldığı, Sosyal Güvenlik Kurumu Malululiyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığının 08.03.2011 tarihli ve 5831 sayılı kararı ile davacı sigortalıda opere sol distal tibia kırığı meydan geldiği distal tibiada kemik osteomyelit sekeli akıntısı mevcut olmadığı ve 19.11.2007 tarihi itibariyle (E) cetveline göre % 18 oranında iş göremez duruma girdiğine ve kontrol muayenesi gerekmediğine karar verildiği, davalı vekilinin itirazı üzerine Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulu tarafından verilen 08.08.2012 tarihli kararda da aynı tespitlerin yer aldığı ayrıca 05.04.2011 tarihli karar ile davacıya % 18 oranındaki sürekli iş göremezlik derecesi üzerinden sürekli iş göremezlik geliri bağlandığı, Yüksek Sağlık Kurulu kararına tarafların itiraz etmesi üzerine 3. Adli Tıp İhtisas Kurulundan alınan 25.04.2014 tarihli raporda ise davacının (E) cetveline göre % 17,2 oranında meslekte kazanma gücünden kaybetmiş sayılacağının Sosyal Güvenlik Kurumunca tespit edilen oran ile oluşan farklılığın (E) cetveline göre değerlendirme yapılırken kişinin olay tarihindeki yaşının dikkate alınmasından kaynaklandığının belirtildiği, yargılamada bu oran esas alınarak hazırlanan hesap raporu doğrultusunda davacı vekilinin maddi tazminat talebini 11.05.2015 tarihli ıslah dilekçesi ile 116.722,00 TL’ye yükselttiği, davalı vekilinin de ıslah dilekçesine karşı süresinde zamanaşımı definde bulunduğu anlaşılmıştır.

31. Mahkemece davacının sürekli iş göremezlik oranının sabit ve net olmadığı, gördüğü tedavi ve geçirdiği ameliyatlar sonrası iş göremezlik oranının değişkenlik gösterdiği, malûliyetinin 08.03.2011 tarihli raporda % 18; Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 25.04.2014 tarihli raporunda ise değişkenliğe uğrayarak % 17,2 olarak belirlendiği, bedensel zararın gelişim gösterdiği durumlarda zamanaşımına başlangıç olarak bedensel zararın gelişiminin tamamlandığı tarihin esas alınması gerektiğinden zamanaşımının kesinleşmiş malûliyetinin başlangıcından itibaren hesaplanması gerektiği gerekçesiyle ıslah dilekçesine karşı ileri sürülen zamanaşımı define itibar edilmeyerek maddi tazminat talebinin kabulüne karar verilmiştir.

32. Bu durumda yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgular bir arada değerlendirildiğinde; geçirdiği iş kazası nedeniyle davacıda oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranı gördüğü tedaviler sonrası aradan geçen zaman içerisinde değişmemiş ise de 08.03.2011 tarihli sosyal Güvenlik Kurumu Maluliyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığı raporu ile % 18 olarak belirlenmiş ve kontrol muayenesine gerek olmadığına karar verilmesi ile davacının zararı bu tarihte kesin şekilde belli olmuştur. Zira meslekte kazanma gücü kayıp oranı iş kazasından dolayı talep edilecek maddi tazminatın sınırlarının belirlenmesi için gerekli olduğundan zararın öğrenildiği tarih dikkate alındığında ıslah dilekçesi ile talep edilen maddi tazminatın zamanaşımına uğradığından söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle direnme kararı bu değişik gerekçeyle yerindedir.

33. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında zararın öğrenilmesinin onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamında olduğu, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hâl ve şartların öğrenilmesinin, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterli olduğu, davacıda oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranının zaman içinde değişmediği, gelişen ve değişen bir durum bulunmadığı, bu nedenle davacının zararı kaza tarihinde öğrendiğinin kabulü gerektiği, Özel Daire bozma kararının yerinde olduğu, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği; bir görüş olarak da 29.05.2019 tarihli ve 2017/8 Esas, 2019/3 Karar sayılı içtihadı birleştirme kararında kısmi davada ıslah ile arttırılan miktarlar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedileceğinin belirtildiği, bu içtihadı birleştirme kararının gerekçesinin yol gösterici olduğu, bu karara göre ıslah ek dava olmayıp dava dilekçesindeki miktarın düzeltilmesi mahiyetinde olduğu, bu nedenle zamanaşımının dava tarihinde ıslah ile arttırılan miktar için de kesildiğinin kabulü gerektiği, direnme kararının bu farklı değişik gerekçe ile doğru olduğu; ayrıca bir görüş olarak da davacının malûliyet oranının Adli Tıp Kurumu raporu ile kesin olarak belirlendiği zamanaşımının bu tarihten başlatılması gerektiği bedensel zararın kesinleşmemesinin sonuçlarını davacıya yüklemenin hakkaniyete aykırı olduğu bu nedenle direnme kararının onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de, Kurul çoğunluğu tarafından bu görüşler benimsenmemiştir.

34. Ne var ki Özel Dairece davalı vekilinin sair temyiz itirazları incelenmediğinden bu yönde inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.

IV. KARAR

Açıklanan sebeplerle;

Direnme değişik gerekçe ile uygun olup davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,

14.02.2024 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.

''K A R Ş I O Y''

Değerli çoğunlukla aramızdaki uyuşmazlık konusu; iş kazası sonucu yaralanan işçi tarafından fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak kaydıyla açılan tazminat davasında, ıslah edilen kısım bakımından zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine ilişkindir.

Dava açılmasının sonuçlarından en önemlisi; dava açılmasıyla birlikte zamanaşımının kesilmesidir (TBK md. 154/I-b. 2, TMK md. 714, 777/3). Kısmi veya belirsiz alacak şeklinde açılan bir davada; davacının gerçekte, biri fazlaya ilişkin hak saklı tutularak istediği bir miktar alacak, diğeri asıl alacak miktarının tespit edilmesi olmak üzere iki istemi söz konusudur. Dolayısıyla, bir davanın açılması ile birlikte bu istemlerin tümü açısından zamanaşımı kesilmiş olmaktadır.

Bununla birlikte; uyuşmazlığın ıslah hukuki müessesesi ile doğrudan ilgili olması nedeniyle, Yargıtayın ıslahla ilgili uygulamalarına göre, alacağın ıslah edilen kısmı bakımından zamanaşımı sorununun geçmişte ne şekilde çözülmeye çalışıldığına, uygulamanın hangi aşamalardan geçtiğine değinmekte yarar vardır.

Bilindiği üzere, yürürlükten kaldırılan 1086 sayılı HUMK’ un 87 nci maddesinde; “... Müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyit edemez” hükmü yer almaktaydı. Bu yasaklama nedeniyle fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmak kaydıyla açılan davanın yargılaması sırasında davacının tazminat veya alacak tutarının belirlenmesi hâlinde ancak ek dava açılmak suretiyle alacağın fazla olan kısmı istenebilmekteydi. Böyle bir durumda, doğal olarak ek dava ile talep edilen kısmın zamanaşımına uğraması ve zamanaşımı def’î ile karşılaşılması hâlinde, ek davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmekteydi. Bu düzenleme Anayasa Mahkemesinin 20.07.1999 tarih, 1999/1 Esas, 1999/33 Karar sayılı kararıyla iptal edilmişti. İptalden sonra ek dava yerine kısmi ıslah suretiyle müddeabih artırılarak uygulamaya devam edildi. Ne var ki ıslah ile arttırılan kısım bakımından sanki ortada bir ek dava varmış gibi zamanaşımı yönünden de iptal öncesi eski uygulamaya devam edilmiştir. Diğer bir anlatımla, “maddi tazminat isteğinin ıslah yolu ile artırılması yeni bir dava niteliğinde” olduğu kabul edilerek bu kez zamanaşımına ilişkin süreler yönünden ıslah tarihi esas alınmıştır (Örneğin; Yargıtay 4. HD. 09/10/2008 tarihli ve 2008/1009 Esas, 2008/11376 Karar, 14/12/2009 tarihli ve 2009/2469 Esas, 2009/14096 Karar, 07/03/2011 tarihli ve 2010/3617 Esas, 2011/2427 Karar sayılı kararları).

Yargıtayca önceki uygulamaya devam edilmekle birlikte; bir süre, önceki uygulamalardan vazgeçildiği, alacağın ıslah ile arttırılması işleminin yeni bir dava niteliğinde olmadığı görüşü doğrultusunda, ıslah edilen kısım bakımından da asıl dava tarihi itibariyle zamanaşımının kesildiği kabul edilerek zamanaşımı savunmalarının (zamanaşımı def’ileri) ret edilmesi gerektiği yönünde kararlar verilmiştir (Örneğin; yine, Yargıtay 4. HD. 16/12/2014 tarihli ve 2014/5780 Esas, 2014/17282 Karar, 13.05.2015 tarihli ve 2014/8157 Esas, 2015/6129 Karar sayılı kararları). Ancak, hemen belirtmek gerekir ki daha sonra, “alacağın ıslah ile arttırılması işleminin yeni bir dava niteliğinde” olmadığına ilişkin görüşten vazgeçilip tekrar eski uygulamaya dönülerek alacağın ıslahla artırılan kısmı açısından zamanaşımının işlediği benimsemiştir (Örneğin; Yargıtay 4. HD. 13/06/2016 tarihli ve 2016/3774 Esas, 2016/7793 Karar, 14/06/2016 tarihli ve 2015/11319 Esas, 2016/7830 Karar sayılı kararları).

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu uygulamasına gelindiğinde; bir çok kararda tam ıslah için ilk dava açılmakla alacağın tamamı için zamanaşımının kesildiği kabul edilirken aynı kararda kısmi ıslah bakımından zamanaşımının işlemeye devam edeceği belirtilmiştir (Örneğin, 16.03.2016 tarihli ve 2014/4-896 Esas, 2016/332 Karar).

Görüldüğü üzere; ıslahla alacağın miktarının artırılmasına ilişkin konularda, Yargıtayca farklı uygulamalara gidildiği anlaşılmaktadır.

Islah ile ilgili uygulamalardan kısaca söz ettikten sonra, bu konuya ışık tutacağına ve uygulamaya yeni bir bakış açısı getirip yeni bir yön vereceğine inandığımız, 24.05.2019 tarihli ve 2017/8 Esas, 2019/3 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’na (YİBK) değinmekte yarar vardır. Davacının, dava dilekçesinde faiz talep etmekle birlikte, ıslah dilekçesinde faiz istememesi nedeniyle ıslah edilen kısım için de faize hükmedilip hükmedilemeyeceği içtihadı birleştirmeye konu olmuş; sonuçta, “... Bir miktar para alacağının faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesinin talep edildiği kısmî davada, dava konusu miktarın kısmî ıslahla faiz talebi belirtilmeksizin arttırılması hâlinde, arttırılan miktar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedilecektir.”şeklinde içtihatların birleştirilmesine karar verilmiştir. Faizle ilgili olan bu karar, zamanaşımı konusuyla doğrudan ilgili değilse de içtihadı birleştirme kararları; konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı, kararda belirtilen gerekçeleriyle yol gösterici nitelik taşırlar.

Bu YİBK’nda açıkça; ıslahın yeni bir dava olmadığı, dava dilekçesinde bir miktar para alacağının faiziyle birlikte istenmesi hâlinde, ıslah dilekçesinde faize yer verilmemiş olsa bile ıslahla artırılan alacak miktarı yönünde de faize hükmedileceği kararlaştırılmıştır.

Diğer yandan, ıslah edilen kısım bakımından zamanaşımı meselesi Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru konusu olmuş Mahkeme kararlarında istikrarlı bir şekilde; “... Yukarıda yer verilen tespitler ışığında başvuruya konu olay değerlendirildiğinde başvurucunun ıslaha konu dava değerinin artırılan kısmı yönünden davanın zamanaşımından reddedilmesine ilişkin uygulamanın başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklediği, başvurucunun katlanmak zorunda kaldığı külfetin hedeflenen meşru amaçla karşılaştırıldığında orantısız olduğu, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

... Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir” şeklinde kararlar vermiştir (12.07.2023 tarihli ve 2019/37411 Bir. Başvuru ve 23.03.2023 tarihli ve 2019/430 Bir. Başvuru).

Anayasa Mahkemesi yine 27.11.2019 tarihli ve 2016/9312 Bir. Başvuru kararında da açıkça; “... Somut olayda destekten yoksun kalma tazminatının ıslahla artırılan kısmının dava zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesinin başvurucunun mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahale teşkil ettiği açıktır.” demek suretiyle hak ihlali kararı vermiştir.

Bu konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) de taşınmış, Mahkeme, özetle; ek dava yoluyla ilk talebini arttırma hakkının olayın koşulları altında etkisiz bırakıldığını ve davacının bütün zararı bakımından tazminat talep edemediğini belirterek Sözleşmenin 6/1.maddesi gereği mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Doğu/TÜRKİYE . B.Başvuru no:16312/10, 27.2021trh.).

Adalete erişim hakkı en temel haklardandır. Temel hak ve hürriyetler ancak yasayla kısıtlanabilir.

Fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak süresinde dava konusu edilen ve yargılamanın devamında alacak miktarının ıslahla artırılan kısmı için zamanaşımının geçtiğine yönelik bir yasal düzenleme de yoktur. TBK 154/2 nci maddesi gereği dava açılmakla zamanaşımının kesileceği hüküm altına alınmıştır. Yukarıda bahsedilen İçtihadı Birleştirme Kararında da alacak miktarının artırılmasıyla ilgili kısmi ıslahın yeni bir dava olmadığı açıkça belirtilmiş olmasına göre artık ıslahla artırılan alacak miktarı için dava açılmakla birlikte zamanaşımının kesilmediğinden bahsedilemez.

Ayrıca ıslahın; “... Tarafların yaptıkları usul işlemlerinde düşebilecekleri yanlışlıkları düzeltmeye, bırakabilecekleri eksiklikleri tamamlamaya ve böylece adaletli karar verebilmesini sağlamaya yönelik bir yol” (Prof. Dr. Ejder Yılmaz, Islah, genişletilmiş 5 inci baskı, s. 48) olduğunu da unutmamak gerekir.

Yukarıda yapılan açıklamalar, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları, ilgili mevzuat, ıslahın tanımına ilişkin akademik görüş hep birlikte değerlendirildiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşmak mümkündür.

1. Başlangıçta ıslah ile dava konusunun (müddeabihin) artırılması mümkün değilken, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile mümkün hâle gelmiştir.

2. Islah, yeni veya ek bir dava değil usulü bir hatanın düzeltilmesi veya eksikliğin tamamlanmasıdır.

3. Islah ile arttırılan kısmın bir ek dava olmadığı YİBK ile kabul edilmiştir.

4. Islah edilen kısım bakımından zamanaşımının devam edeceğine ilişkin yasal bir düzenleme yoktur.

5. Tam ıslah yapılması hâlinde, yeni davanın zamanaşımına uğramayacağı kabul edilmişken kısmi ıslahta zamanaşımının kabul edilmesi izahı güç, çelişkili bir durumdur.

6. Islah edilen kısma ilişkin talebin zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle reddedilmesi başta, Anayasanın 36 ncı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1 inci maddesinde belirtilen hak arama hürriyetini engellemekte, sonuçta hak ihlalleri doğmaktadır. Uygulamanın bu şekilde devam etmesi hâlinde de yeni hak ihlallerinin doğması kaçınılmaz olacaktır.

Yukarıda açıklanan sebeplerle; kısmi ıslahın, ıslah edilen miktar bakımından yeni bir dava olmadığı dikkate alınarak asıl davanın açılmasıyla zamanaşımının tüm alacak (tazminat) bakımından kesildiğinin kabul edilmesi gerekir. Bu değişik gerekçeyle kararın onanması düşüncesinde olduğumuzdan, sayın çoğunluğun farklı gerekçeyle onama görüşüne katılmıyoruz.